tarihinde yayınlandı

Kerbela Olayı

HAZIRLAYAN : ZELİHA SAYILI KÜÇÜK

GİRİŞ

Kerbela Olayı, H.10 Muharrem 61/M.10 Ekim 680’de, Hz. Hüseyin’le Emevi hükümdarı Yezid arasında yaşanan, Hz. Hüseyin ve yanındaki 72 kişinin susuz bırakılarak şehit edildiği, İslam tarihinin en önemli olaylarından biridir. Bu olay İslam alemini çok derinden etkilemiş, edebiyata ve diğer sanatlara konu olmuştur. Maktel ve taziye gibi türlerde işlenmiştir.

Kerbela Olayı Hadikatü’s-Süeda ve Maktel’i-Al’i Resul yazmalarının resimlerinde görülmesiyle de önemli bir yer tutar. Ayrıca duvar resimlerinde ve baskılarda da görülmektedir.


1.KERBELA OLAYI’NIN ORTAYA ÇIKIŞI

            Hz. Muhammed’in vefatı ile başlayan hilafet(GÜNGÖR, ?:773),  Hz. Ebu  Bekir’ den sonra sırasıyla ve birtakım yöntemlerle Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali olarak devam etmiş ve vefatlarına kadar İslam toplumunu yönetmişlerdir(KILIÇ, 2010:16). Hilafet konusundaki anlaşmazlık özellikle Hz. Osman’ın halife seçilmesi ile artmış, Hz. Osman’ın akrabalarını önemli mevkilere ataması, onların Arap olmayanlara karşı olumsuz tutumları, ekonomik değişiklikler ve daha bir çok sebep, halife karşıtlarının artmasına sebep olmuştur(GÜNGÖR, ?:773).

           Hz. Ali’nin şehit edilmesinden sonra Kufe’lilerin biati üzerine Hz. Hasan hilafet makamına geçmiş (40/660),  diğer taraftan, Muaviye’de 40/660’ta Kudüs şehrinde Şamlılar tarafından halife ilan edilmiştir(KILIÇ, 2010:16). Hilafeti kendinde toplamak isteyen Muaviye büyük bir ordu ile Kufe’ye yürümüş,  ona karşı koyacak askeri gücü olmayan Hz. Hasan, kardeşi Hüseyin’in karşı gelmesine rağmen, Muaviye adına hilafetten vazgeçmiştir(ÖZKAN, 2010:92). Bazı kaynaklara göre de Hz. Hasan birkaç ay halifelik yaptıktan sonra Kufe Beytü’l-Mal(Hazine)’den bir miktar paranın kendisine (Hasan’a) verilmesi, Hz. Ali ve taraftarlarının cuma günleri camilerde kötülenmemesi ve Fars bölgesindeki Dar-ı Becid denen yerin haracının (Hasan’a) bağışlanması gibi şartlarla iktidarı Muaviye’ye devretmiştir(ÖZKAN, 2010:91). Hz. Hüseyin ve Hucr b. Adi gibi bazı kimseler, Hz. Hasan’ın Muaviye ile anlaşmasına, arkasındaki Müslümanları küçük düşürdüğü gerekçesiyle karşı çıktılarsa da Hasan kararından dönmeyerek adamları ile birlikte Medine’den Kufe’ye gitmiş ve oraya gelen Muaviye’ye vardıkları anlaşmayı şahsen de teyit ettirmiştir(661)(FIĞLALI, 1997:283). Hucr b. Adi, Cemel Vakası’nda ve Sıffin Savaşı’nda Hz. Ali’nin kumandanı olarak bulunmuştur ve Hz. Ali yandaşıdır(BOZKURT, 1998:278). Kişiliği savaşmaya müsait olmayan, özellikle Kufelilerden oluşan taraftarlarına güvenmeyen ve muhtemelen Muaviye ile baş edemeyeceğini anlayan Hz. Hasan, H. 41 yılında bazı taraftarlarının muhalefetine rağmen, hilafeti Muaviye’ye devretmiş ve ardından da Medine’ye gidip oraya yerleşmiştir(ÖZKAN,2010:92). Hz. Hasan burada kendisine yapılan birkaç zehirleme girişiminden sonra, karısı Cu’de’ nin onu zehirlemesiyle vefat etmiştir(669)(FIĞLALI, 1998:283, AND,2010:369).

            Muaviye’nin kurduğu Emevi Devleti, pek çok yerde direnişlerle karşılaşmıştır. Bu direnişin sebeplerinin başında, Muaviye’nin hilafeti zorla elde ettiğini düşünmeleri ve Arap halkını diğer Müslüman milletlerden üstün görmeleri gibi sebepler vardır. Bütün direnişe rağmen Muaviye siyasi birliği sağlamayı başarmıştır. Bununla birlikte hayatının sonlarına doğru oğlu Yezid’i veliaht tayin etmiştir(GÜNGÖR, ?:773-774).

            İslam tarihinde kurul ve seçime dayalı halifelik sistemini değiştirerek yerine oğlunu tayin fikrini (veliahtlık) ilk ortaya atan kişinin Muaviye olduğu bilinir(KILIÇ, 2010:16).

            Hz. Hasan’ın vefatı haberinin Kufe’ye ulaşması üzerine taraftarları Hz. Hüseyin’e, “babasıyla ağabeyinin intikamını almak için emrini beklediklerini”  bildiren bir mektup göndermişlerdir. Hucr b. Adi’nin,  Muaviye’nin emriyle başlatılan camilerde Hz. Ali’ye hakaret etme faaliyetine karşı çıktığı için öldürülmesi üzerine (51/671), Kufe’nin ileri gelenlerinden bir kişi hem bu haberi iletmek hem de Hüseyin’i Kufe’ye getirmek amacıyla Medine’ye gitmiştir. Durumdan haberdar olan Muaviye Hz. Hüseyin’e fitne çıkarmak isteyen kimselere fırsat vermemesi konusunda tavsiyede bulunmuş, o da cevap olarak mektubunda, “Seninle savaşmak ve sana karşı çıkmak niyetinde değilim” demiştir(FIĞLALI, 1998:519).

            Muaviye’nin vefatından (H. 60 / M. 680) sonra Yezid halife olmuştur. Hz. Hüseyin, hilafeti meşru hakkı kabul ettiğinden Yezid’in halifeliğini kabul etmemiştir. Bunu duyan Kufeliler ona mektuplar ve elçiler göndererek halifeliğini kabul etmeye hazır olduklarını bildirmişlerdir. Bunun üzerine Hz. Hüseyin, durumu yerinde incelemesi için Müslim b. Akil’i Kufe’ye yollamıştır. 9 Temmuz 680 tarihinde şehre ulaşan Müslim, Hz. Hüseyin adına biat almaya başlamıştır(FIĞLALI,1998:519). Hz. Hüseyin, Mekke’de Yezid’e biat etmek istemediğinden ve böylesi bir durumda devletin güçlerine karşı kendisine arka çıkacak bir taraftar kitlesine Mekke’de sahip olmadığından dolayı, ayrıca Mekke’de kaldığı takdirde Yezid’in hac dolayısıyla oluşacak kalabalık ve kargaşadan istifade ederek kendisine bir suikast düzenleyebileceğinden endişelendiğinden de Mekke’de kalmak istememiştir(KILIÇ ,2010:30).  Hz. Hüseyin durumu araştırması için gönderdiği Müslim b.Akil’den aldığı iyi haberleri üzerine, yakınları ve ailesi ile birlikte Mekke’den Kufe’ye doğru yola çıkmıştır(680)(GÜNGÖR, ?:774). Müslim, Hz. Ali’nin büyük kardeşi, Hz. Hüseyin’in de amcası olan Akil’in oğludur(YİĞİT, 2006:92).

            Bunların üzerine Yezid, Müslim’in bu faaliyetini öğrenince Kufe Valisi Nu’man b. Beşir el-Ensari’yi görevden alarak yerine Basra Valisi Ubeydullah b. Ziyad’ı tayin etmiş ve ondan Müslim’i şehirden çıkarmasını veya öldürmesini istemiştir(FIĞLALI, 1998:519).Ubeydullah b. Ziyad, kısa zamanda duruma hakim olmuş ve Müslim b. Akil’i şehit ettirmiştir. Hz. Hüseyin Kufe’ye doğru ilerlerken Müslim’in öldüğünü ve Kufe halkının aleyhine döndüğünü öğrenmiş bunun üzerine geri dönmek istemiş(GÜNGÖR, ?:774) fakat bu defa da Müslim’in oğulları ve kardeşlerinin ısrarı üzerine yola devam etmeye mecbur kalmıştır. Bu arada Hz. Hüseyin, taraftarlarına isteyenlerin ayrılabileceğini söylemiş ve o ayrılanlardan sonra  yanında sadece aile fertleriyle birlikte yaklaşık yetmiş kişi kalmıştır(FIĞLALI, 1998:519). Kufe’ ye doğru ilerlerken, yolunu kesen Ubeydullah b. Ziyad kuvvetleriyle karşılaşınca yönünü Kerbela’ya döndürmüştür(GÜNGÖR, ?:774).).  Kerbela bugün Irak devleti sınırları içerisinde bulunan ve ülkenin başkenti Bağdat’ın yaklaşık 100 km güney batısında yer alan önemli bir şehirdir ve Kufe’ye yaklaşık 70 km mesafede bulunmaktadır(ERKOÇOĞLU, 2010:99)

            Yezid Hz. Hüseyin’in Kerbela’ya ulaştığını öğrenince valiye bildirmiş; susuz ve savunmasız bir yerde konaklamaya mecbur edilmesini istemiştir. Yezid, Rey valiliğine getirilen Ömer b. Sa’d’a   ordusuyla Hz. Hüseyin üzerine yürümesini ve bu meseleyi halletmesini emretmiş fakat Ömer b. Sa’d önce bu işe yanaşmak istemese de(FIĞLALI, 1998:520) Yezid’in emrini Hz. Hüseyin’e bildirmiştir. Hz. Hüseyin yapılan görüşmelerde Yezid’e biat etmeyeceğini, bununla birlikte Kufe’ye gitmekten vazgeçtiğini, Şam’a yahut Mekke’ye dönmek istediğini söylemiştir fakat  Ziyad onun bu teklifini kabul etmemiş, teslim olmazsa öldürülmesini emretmiştir. Hz. Hüseyin akrabalarını ve taraftarlarını toplayarak durumu anlatmış, onlardan geri dönmelerini istemiştir. Kuvvetlerdeki dengesizliğe rağmen pek çok kişi Hz. Hüseyin’e bağlılık göstererek, birlikte ölmek istediklerini ifade etmişlerdir. Kararın kesinleştiğini anlayan Ubeydullah b. Ziyad, Hz. Hüseyin taraftarlarının Fırat nehri ile irtibatlarının kesilmesini buyurmuştur(GÜNGÖR, ?:774).

            Ertesi gün Hz. Hüseyin gerekli savaş hazırlıklarını yaptıktan sonra atına binmiş ve önünde bir Kur’an olduğu halde Ömer’in ordusuna yaklaşarak kendisinin buraya geliş amacını anlamalarını, hakkında insaflı hüküm vermeleri halinde saadete kavuşacaklarını ve üzerine yürümelerine gerek kalmayacağını, mazeretini dikkate almamaları durumunda ise istediklerini yapmalarını söylemiştir. Bazı kaynaklara göre Hz. Hüseyin bu konuşmasında anne, babasının ve amcalarının İslam’a hizmetlerini dile getirmiş, Hz. Muhammed’in kendisi hakkındaki övücü ifadelerinden söz etmiş ve kanını akıtmanın büyük vebal doğuracağını hatırlatmıştır. Hz. Hüseyin’in bu konuşması üzerine Yezid yaptıklarına pişman olarak onun safına geçmiştir(FIĞLALI, 1998:520).

            Savaş 10 Muharrem sabahı, Ömer b. Sa’d’ın attığı okla başlamıştır. Yezit’in dört bin kişilik ordusu karşısında yalnız 73 kişiden ibaret olan Hz. Hüseyin ve taraftarları günlerdir çölde açlıktan, susuzluktan bitkin durumda kalmışlar ve her biri kahramanca çarpışarak tek tek şehit olmuştur(GÜNGÖR,774).

            Müslim’in oğlu, babasının kanını yerde bırakmamak için Hz. Hüseyin’den meydana çıkarak savaşma izni istemiş ve şehit olmuştur. Hz. Ali’nin kölesi Sa’d, Cafer-i Sadık’ın oğlu Kasım, Hz. Hüseyin’in köleleri de şehit olmuşlardır. Hz. Hasan’ın oğlu Kasım başı kesilerek şehit olmuş, Kasım’ın kardeşi Abdullah ve   Hz. Hüseyin’in kardeşi Avn da başı kesilerek şehit olduktan sonra geride Hz. Hüseyin’in kardeşi Abbas kalmıştır. İyice susuz kalan Hz. Hüseyin, Abbas’ı Hariciler’den su istemek üzere göndermiştir. Abbas, karşı tarafa geçip su kabını doldurmuş; ancak geri dönerken su elinden alınarak, başı kesilerek şehit edilmiştir. Bunlardan sonra Hz. Hüseyin oğlu Ali Ekber savaşmak için izin istemiş ve savaş meydanına çıkmıştır. Ancak arkasından yapılan bir saldırı ile kolundan yara almış ve Hz. Hüseyin’in yanına dönerek, babasının dizlerinde vefat etmiştir(İSLAMOĞLU, 2010:26).Yalnız kalan Hz. Hüseyin’in küçük oğlu İbrahim susuzluktan ağlamaktadır. İbrahim’i kucağına alarak Hariciler’e seslenen Hz. Hüseyin, oğlunun kaç gündür susuz olduğunu söyler ve bu masum çocuğa su vermelerini ister. Atılan ok ile ağzından yaralanan İbrahim Hz. Hüseyin’in kucağında ölür. Hz. Hüseyin Zülfikarıyla, ok ve mızrağıyla çok kişiyi öldürür. Biraz dinlenmek üzere çadırına döner. Yedi yerinden yaralanmıştır. Yedi yaşındaki Zeynelabidin adındaki oğlu hasta olduğundan savaşa katılmaz, çadırda bekler. Hz. Hüseyin nesillerinin kesilmemesi için Zeynelabin’i saklamalarını emreder(İSLAMOĞLU, 2010:27). Onu teke tek vuruşmada yenemeyeceklerini anlayan Şimr, kalabalık bir grupla hücum etmiştir. Hariciler, Hz. Hüseyin’i ortalarına alarak önce atından düşürülür; ancak atı başından gitmez, kimseyi de ona yaklaştırmaz. Bunun üzerine oklarla atı yaralanır(İSLAMOĞLU, 2010:27). Hz. Hüseyin aldığı çok sayıda kılıç darbesinden ötürü atından düşer, Sinan b. Enes b. en-Nahai’ nin mızrağıyla şehit edilir (H.10 Muharrem 61/M,10 Ekim 680) (GÜNGÖR, ?:774).  

            Hz. Hüseyin’in öldürülmesinden sonra savaş sona ermiş ve çadırlar yağma edilmiştir. Hasta olduğu için savaşta yer alamayan Zeynelabidin ’in öldürülmesine Ömer b. Sa’d engel olmuştur. Cesetler açıkta bırakılarak, kadınlar ve diğer savaş esirleri, şehitlerin başlarıyla birlikte önce Kufe’ye, oradan Dımışk’a (Şam’a) götürülmüştür. Yezid, Zeynelabidin’e ve Ehl-i Beyt (Hz. Muhammed’in soyundan gelenler) kadınlarına önce kötü davranırsa da sonra tavrını değiştirerek  Kerbela’da yağma edilen malların zararını ödemiş ve hepsini Medine’ye göndermiştir(GÜNGÖR,774). Açıkta bırakılan şehit cesetleri, Beni Esed mensubu Gadiriye köylüleri tarafından Hair denilen yerde toprağa verilmiştir. Hz. Hüseyin’in başının ise Yezid’e sunulduktan sonra nereye gömüldüğü bilinmemektedir(ÖZ, 2002:272).

            1.1.Hz.Hüseyin

            Hz. Hüseyin, 10 Ocak 626 tarihinde Medine’de doğmuştur. Hz. Muhammed’in torunu, Hz. Fatıma ile Hz. Ali’nin küçük oğludur. Ağabeyi Hz. Hasan’dır(FIĞLALI, 1998:519). Künyesi “Ebu Abdillah el-Hüseyn b.Ali b.Ebi Talib el-Kureşi el-Haşimi eş-Şehid”(ARSLAN ve ERDOĞAN,2009:3), lakabı “eş-Şehid”dir. Ayrıca kendisine “Reyhanetu’n-Nehi” (Hz. Peygamber’in çiçek demeti) de denir. Göğsünden aşağısının Hz. Peygamber’e çok benzediği rivayet edilir.Doğduğu zaman, Hz. Peygamber, “O, cennet çocuklarının efendisi(seyyid)’dir” demiştir(FIĞLALI, ?:358). Süt annesi Ümmü’l-Fadl’dır. Hz. Hüseyin doğumunun yedinci günü sünnet ettirilmiştir. Hz. Hüseyin ilk iki halife dönemindeki önemli olaylarda fiilen yer almamıştır. Hz. Osman zamanında, Hz. Osman’ın evini kuşatan isyancılara karşı babası Hz. Ali tarafından ağabeyi ile birlikte halifeyi korumak ve onun evine su taşımak üzere görevlendirilmiştir. Hz. Ali halifeliği sırasında Kufe’ye giderek onun bütün seferlerine, Cemel ve Sıffin’e katılmış ve babasının ölümünden sonra onun vasiyeti üzerine ağabeyi Hz. Hasan’a itaat etmiştir. (ARSLAN ve ERDOĞAN, 2009:3). Hz. Hüseyin On İki İmam’ın üçüncüsüdür.

            1.1.1.On İki İmam
            Hz. Ali, oğulları Hasan ve Hüseyin ile birlikte Hüseyin’in neslinden gelen ve imam kabul edilen dokuz kişiye verilen isimdir. İmamlar dönemi ilk imam Ali b. Ebu Talib ile başlar ve on ikinci imam Muhammed el-Mehdi’ye 260 (874) kadar devam eder(FIĞLALI, 2001:143).On iki imamın adları sırasıyla;

1-Hz. Ali(Ebu Talib oğlu Emirü’l-Mü’minin)

2-İmam Hasan(Hasanü’l-Mücteba)

3-İmam Hüseyin(Hüseynü’ş- Şehid)

4-İmam Zeynü’l Abidin(Ali b. Hüseyn Zeynü’l-Abidin): Kerbela Savaşı’nda hasta olduğu için babası savaşa katılmasına engel olmuştur. Ömer b. Sad tarafından korunmuştur. İmam olabilecek tek sağ kalan erkek olduğu için dördüncü imam olmuştur. Yezid’in girişimiyle karısı tarafından zehirlenerek ölmüştür.

5- İmam Bakır(Muhammedü’l-Bakır)

6-İmam Sadık(Ca’fer b. Muhammedi’s- Sadık)

7-İmam Kazım(Musa b. Ca’feri’l-Kazım)

8-İmam Rıza(Ali b. Musa’r-Rıza)

9-İmam Cevad(Muhammed b. Aliyyi’t-Takıyyi’l-Cevad)

10-İmam Hadi(Ali b. Muhammedü’n-Nakiyyi’l-Hadi)

11-İmam Askeri(Hasan b.Aliyyi’l-Askeri)

12-İmam Mehdi(Mehdi b. Hasanü’l-Askeri): Doğumu ve adı herkesten gizlenmiş, kıyamet gününden önce ortaya çıkarak insanları dine döndürüp, mutluluğa kavuşturacağına inanılmıştır(AND, 2010:370-375).

            1.1.2.Ali el-Ekber

            Hz. Hüseyin’in büyük oğludur. Diğer oğlu Zeynelabidin (Zeynü’l Abidin)’in de asıl adı Ali olduğundan, İslam kültür tarihinde bu iki kardeşin büyüğü Ali el-Ekber, küçüğü de Ali el-Asgar diye bilinir. Annesi, sahabeden Urve b. Mes’üd’un torunu Leyla b. Mürre’dir. Medine’de doğup büyüdüğü bilinmekle birlikte doğum tarihi belli değildir. Kerbela Olay’ı sırasında on sekiz veya on dokuz yaşında olduğu ileri sürülmüştür fakat o sırada yirmi beşinde bulunduğu yolundaki rivayetin daha doğru olduğu bilinir; çünkü Kerbela faciasından kurtulan kardeşi Zeynelabidin (Ali el-Asgar)’in o zaman yirmi üç veya yirmi dört yaşında olduğu bilinmektedir.(FIĞLALI, ?:390)

            1.2.Hariciler

            Harici, “çıkmak, itaatten ayrılıp isyan etmek” anlamındaki huruc kökünden, “ayrılan, isyan eden” manasında bir sıfat olan haric kelimesine ek ilave edilmesiyle meydana gelmiş bir terimdir. Topluluk ismi için hariciyye ve havaric kullanılır. Fırkanın adı konusunda çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Kendilerine karşı isyan ettikleri yöneticilerle fırkanın muhalifleri Havaric ismini “insanlardan, dinden, haktan veya Hz. Ali’den uzaklaşan ve yönetime karşı ayaklanarak cemaatten çıkanlar” anlamında kullanmışlardır. Şehristani’ye göre harici, ümmetin ittifak ettiği meşru bir halifeye baş kaldıran herhangi bir kimsedir. Hariciler’in beğendikleri ve kendilerini ifade için kullandıkları bir isim  “Allah yolunda savaşıp O’nun rızası için canlarını ve mallarını satan ve Allah’ın da bunları cennete karşılık satın aldığı kimseler” anlamındaki görüştür(FIĞLALI, 1997:169).

            Hariciler’in doğuşu, hemen hemen bütün tarihçiler tarafından Sıffin Savaşı’nda hakem meselesinin ortaya çıkışına bağlanmıştır. Buna göre Havaric, hakem tayinini (tahkim) kabul etmesinden dolayı Hz. Ali’den ayrılanların meydana getirdiği bir fırka olarak bilinir(FIĞLALI, 1997:169).

            2.KERBELA OLAYI’NIN YANSIMALARI

            Hz. Hüseyin’in 61/681 yılında Kerbela’da şehit edilişi Müslümanların gönüllerinde derin izler bırakan İslam tarihinin en üzücü olaylarından biri olarak bilinir(İSLAMOĞLU,  2010:17).

            Kerbela Olayı, yaşandıktan itibaren Müslüman milletlerin edebiyatlarında ele alınmaya başlanmıştır. Müslüman yazarların eserlerinde olay, sadece tarihi yönleriyle işlenmemiş, kısa zamanda olayı edebi/estetik bir biçimde anlatma geleneği ortaya çıkmıştır. Bu bağlamda Kerbela olayı şiirlere konu edinilmiştir(ÖZÇELİK, 2010:7). Hz. Peygamberin torunu Hz. Hüseyin’in Kerbela’da şehit edilişini konu alan edebi eserlere “maktel” veya “maktel-i Hüseyn” adı verilmektedir(GÜNGÖR, ?:64). Sözlükte “öldürmek” anlamındaki “katl” kökünden türeyen maktel “birinin öldürüldüğü yer veya öldürülme zamanı; vahşice öldürme; ölümlere sebep olan büyük savaş” demektir(GÜNGÖR, 2003:455). Genellikle on bölümden oluşan maktellerin her bölümü bağımsız bir bölümden oluşur. Topluluk içinde okundukları için bu bölümlere meclis adı verilmiştir(AND, 2010:378). On meclis bulunması Muharremin birinci gününden başlayarak, onuncu günü Aşure’ye kadar her gün bir meclisin okunmasından kaynaklanmaktadır. Bazı makteller on iki meclisten oluşmuş ve her gün bir imam için okunmuştur(KALGAY,  2015:27-28).

            Kerbela Olayı’ndan sonra ortaya çıkan başka bir tür de “taziye” denilen ve İslam’daki tek dram türü olan tiyatro gösterimleridir(AND,2010:377). Taziye, sözlükte “başa gelene sabretmek” anlamındaki “aza” kökünden türeyen taziye “bir kimseyi sabır ve tahammüle teşvik etmek, acılarını paylaşmak” anlamına gelir. Terim olarak özellikle İran Şia’sı arasında Hz. Hüseyin’le beraberindekilerin Kerbela’da şehit edilmesi sebebiyle Muharrem Ayı’nın ilk on günü içinde icra edilen matem merasimlerini ifade eder(ÖZ, 2011:204). Tiyatronun bazı özelliklerini taşıyan bu türün en önemli öğesi şiirdir. İmam ve yandaşları müzikle ezgili şiir okurlar. Taziyede Peygamber ve ailesinin üyeleri, halifeler, kumandanlar, tarih ve efsane kişiler, Hz. Adem ve Havva, Hz. İbrahim, Hz. İsa, Hz. Musa, Timurlenk gibi önemli kişiler vardır. Tevrat ve Kuran’daki mucizeler, mitolojiden hikayeler gibi konular yer alır(KALGAY, 2015:27-29).

            16. yüzyılda İran’da Şiiliğin resmi mezhep olarak kabul edilmesiyle burada da Kerbela Olayı her yıl anılmaya başlanmıştır. İran’da ve Şiilerin bulunduğu bölgelerde 10 Muharrem’de taziye veya şebeh adı ile Kerbela Olayı canlandırılır, zincir ve taşlarla vücutlarını yaralayıp ağlayan insanlar Hz. Hüseyin’e yardım edememiş olmalarından dolayı suçlu olduklarına inanırlar. On gün süre ile su orucu tutarlar. Bu müddet içerisinde ayrıca aynaya bakılmaz, yıkanılmaz, şarkı söylenmez, canlı öldürülmez ve traş olunmaz. Tavşanın yenilmemesi Yezid’in ruhunun bu hayvanın şekline girdiğine inandıklarındandır(ÇAĞLAYAN, 2010:99).

            Arap, Fars ve Türk Edebiyatında çok miktarda maktel yazılmıştır. Tüm İslam edebiyatlarında maktel türünde yazılmış en zirve eser ise Fuzuli’nin Hüseyin Vaiz Kaşifi’nin Ravaztü’ş-Şüheda’sından yararlanarak yazdığı Hadikatü’s-Süeda adlı eseridir. (GÜNGÖR, ?:64) Hadikatü’s-Süeda’sı da Türk edebiyatındaki en önemli maktellerden biridir. Bu eser düzyazı biçiminde eklemeler ve çıkarmalar yapılarak, bazı yerlerine birkaç şiir yerleştirilerek yazılmıştır(KALGAY, 2015:28). Fuzuli Türk edebiyatının yetiştirdiği büyük ve nadir sanatkarlardandır. Muhammed bin. Süleyman olarak da bilinen Fuzuli’nin ölüm tarihi 963/1556’dır.( KARAHAN, ?:245)

            Bilinen bir diğer maktel de Lamii Çelebi’nin kaleme aldığı Maktel-i Al-i Resul’dür. Bu eserin diğerlerinden farkı tarihî gerçeklere daha yakın bir içeriğe sahip olmasıdır(GÜNGÖR, 2003:456). Lamii Çelebi (ö.1532) XV. yüzyılın sonları ve XVI. yüzyılın ilk yarısında yaşamış Osmanlı divan edebiyatının mesnevi şairlerindendir. Kaynaklarda adı Mahmud bin Osman bin Nakkaş Ali bin İlyas olarak geçmektedir. Lamii onun mahlasıdır(KALGAY, 2015:31).

            Hz. Hüseyin’in ve yanındakilerin feci bir şekilde şehit edilmesi sadece edebiyata değil bununla bağlantılı olarak minyatür sanatına da yansımıştır(İSLAMOĞLU, 2010:17).

 Çalışmanın tamamını sorunuz…

tarihinde yayınlandı

Ritüel Kuramı

HAZIRLAYAN : ZELİHA SAYILI KÜÇÜK

GİRİŞ

Ritüel kelime olarak “ayin” anlamına gelmektedir. Bu bağlamda ritüeli anlamak için din, mit, büyü, sembol kavramları çerçevesinde incelemek gerekmektedir. Mit; Geleneksel olarak yayılan veya toplumun hayal gücü etkisiyle biçim değiştiren alegorik bir anlatımı olan halk hikayesi, mitos olarak tanımlanmaktadır[1]. Çalışmada, din ve sembol kavramları da Durkheim’ın görüşlerinden faydalanarak açıklanmaya çalışılmıştır. Bunun yanında ritüel ile ilgili çalışan araştırmacıların görüşlerinden yola çıkarak, ritüelin tanımı ve sanatla olan ilintisine değinilmiştir.


1.RİTÜELİN TANIMI

            Ritüel kelime olarak “ayin” ve  “adet haline gelmiş” anlamına gelmektedir[2]. “Ritüel” için verilen tanımlardan bazıları şöyledir: Ritüel, kişiler ve dünya arasında doğru bir dengenin yakalanabilmesi için bir duyguyu oluşturan veya yeniden yaratan formel ve sembolik davranıştır. Kavram köken itibarıyla rhyme (kafiye), rhythm (ritim), river (ırmak) gibi kelimelerle ortak bir köke sahiptir( Kutlu, 2013:64-65). Ritüelin bunun yanında birçok tanımı bulunmaktadır.

            Ritüel, birey ya da gruplarla ilgili bazı değerlerin, uygun zamanlarda, sembolik ve aşağı-yukarı değişmeyen ardışık davranış biçimleri ile tekrarlanmasıdır. Standartlaşmış ve tekrarlanan sembolik davranış biçimi olan ritüel, bireysellikten öte grup bilincini ve birlikteliğini ortaya koyan duygusal bir kanal, yeni bilgi ve tecrübeler için bir rehber olarak geçmişi günümüze, günümüzü de geleceğe bağlayan bir bağ olarak da tanımlanabilir (Karaman, 2010:229).

            2.EMİLE DURKHEİM VE ÇEŞİTLİ KURAMCILAR IŞIĞINDA RİTÜEL KURAMI

            Ritüel, Durkheim’ın kültür sosyolojisi çerçevesinde değerlendirilen ilk ve temel kavram olarak bilinir. Ritüel, dini ayinleri içerdiği gibi törenleri, şölenleri, bayramları ve toplumsal bağı kuvvetlendiren eylemleri de içermektedir. Yani, ritüel, herhangi bir maksat dolayısıyla, toplumda sürekli bir şekilde ortaya konan kimi özel eylemleri vurgulamaktadır. (Alver, 2010:203-204)

            Durkheim’ın başka bir ifadesine göre ritüeller “insanların kutsal karşısındaki davranış kurallarıdır.” Durkheim’ a göre kutsal şeyler “Tanrılar ya da ruhlar diye isimlendirilen kişisel varlık­lardan ibaret değildir. Bir kaya, bir ağaç, bir su kaynağı, küçük bir taş, bir ağaç parçası gibi her hangi bir şey kutsal olabilir.” Bu genel ifadeye göre daha detaylı biçimde ise kutsal; mekan, zaman, varlık ve nesnede olmak üzere dört farklı şekille ortaya çıkar:

1.      Kutsal mekan: Hac mekanları ve tapınaklar böyle yerlere örnektir.

2.       Kutsal zaman: Bu anlarda özel ritüeller gerçekleştirilir. Yahudilik’teki Şabat kutlamaları buna örnektir.

3.        Kutsal varlık: Başta Tanrı olmak üzere doğaüstü olduğuna inanılan varlık türleridir. Bazen insanlar ya da hayvanlar kutsal sayılırlar. Kabile şefleri, kahinler bunlara örnektir.

4.        Kutsal nesne: Taşıdığına inanılan tabiatüstü güç nedeniyle taş, kutu, asa, yüzük gibi nesnelerin kutsal sayılıyor oluşu ve bu nesnelerle tema­sın özel ritüelleri gerektiriyor olması söz konusudur( Kutlu, 2013:66).

            Ritüeller, Durkheim’ın düşüncesindeki dinin ameli boyutlarıdır. Durkheim’ın din tanımı ise şöyledir: “Bir din, kutsalla yani diğerlerinden ayrılmış ve yasaklan­mış şeyle ilgili inançlar ve amellerden oluşan tutarlı bir sistemdir. Bu inançlar ve ameller, ken­dilerine inanan bütün insanları kilise/cemaat diye isimlendirilen tek manevi bir toplum halinde bir araya getirir.” Buradaki ritüellerle yani amellerle insanlar din sisteminin kutsalları etrafın­da birleşerek bir toplum haline gelmektedir(Kutlu, 2013:65-66).

            Ritüeller, kutsalla ilişkinin teorik boyutunun yani inancın sosyokültürel yaşam içinde sindirilmesini ve kolektif bir paylaşımın konusu haline gelmesini sağlamaktadır. Ancak şunu da belirtmek gerekir ki kutsalla kurulan ilişkinin teorik boyutu kurumsal dinler söz konusu olduğunda genel olarak “inanç”, pratik boyutu ise “ibadet” olarak tanımlanırken, kurumsallaşmamış dinler söz konusu olduğunda teorik boyut “mit” pratik boyut ise “ritüel” olarak kavramsallaştırmaktadır(Şahin, 2008:269-270).

            E.Durkeim mitleri dinin sistemin bir parçası olarak kabul eder. Nasıl hareketler ritüellerin araçları ise kelimeler de mitlerin araçlarıdır. Mit, yaşatıldığı toplum içinde ritüel olarak uygulama şeklinde ayinlerde ya da anlatılarak canlandırılır. Ayini anlatımda vaaz, ilahi, dua, dans, vb. iletişim şekilleri kullanılabilir. Örneğin, Yunanistan’ın Attika bölgesindeki Eleusis kenti, tüm Yunan dünyasında saygı gören ve “Tanrıçalar” olarak adlandırılan Demeter ve kızı Persephone onuruna düzenlenen ritüeller ve gizemleriyle ünlüdür(Sina, 2004:37).

            Durkheim’ın ritüele verdiği önem, doğrudan toplumsal alanla ilgilidir; onun ilgisi ritüelin toplumsal ilişkilerdeki işlevlerine dönüktür. O, ritüeli ahlaka benzetir ve ‘belli bir davranış tarzını emreder’ nitelikte olduğunu ifade eder. Durkheim, ritüeli doğrudan toplumsal (ve kültürel) zemine oturtur ve o zemindeki işlevini merkeze alır. İnsanları bir araya getiren, onları bir amaç etrafında toplayan ritüel, ortak bilincin ışıklarını yakar. Toplumsal hayat, ortak bilinç etrafında kendi sürekliliğini kazanır(Alver, 2010:205).

            Durkheim’in temel hipotezine göre, ritüellerin formundaki ve anlamındaki değişim ve çeşitlilik toplumların yapısındaki değişim ve çeşitlilikle ilgilidir(Peacock, ?:141).Örneğin, arkaik toplumlarda önemli olan iki başlıca ritüel tipi, kurban ayini ve krallık ayinidir. Kurban sayesinde bir papaz, insan ile tanrı arasında oluşan boşlukta köprü kurmaya çalışır(Peacock, ?:143).

            Durkheim, ritüel gibi sembolü de toplumun kurucu öğesi olarak görür. Ona göre semboller olmadan toplum anlaşılamaz. Dinamik, çok yönlü, çok katmanlı bir alan olan semboller, kültür ve kültür sosyolojisinin merkez uğrağıdır. Bu bakımdan sembolden söz etmek, doğrudan kültür ve kültür sosyolojisinden söz etmek demektir(Alver, 2010:207).

            Sembol, bir sosyal durumu somutlaştırmak için kullanılan bir dizi şeyi içerir. Nesne, sözcük (dil/kelime), işaret, mimik, jest gibi araçların kullanılması ile oluşur. Sembol, bir şeyi anlatmak, onu göstermek için başka bir şeyi aracı kılar. Bir soyutlamadır ve estetik bir yaratımdır. Semboller, tıpkı ritüeller gibi insan eylemi ve toplumsal yapı açısından zorunludur; çünkü toplumsallığın dayandığı temel noktadır. İnsan eylemi, bir yönüyle semboliktir; her eylemin göstermek istediği bir durum vardır. Eylemler, sembolik değeri ile anlaşılmalıdır. Anlamlı bir yapı olan eylemler, semboller olmadan gerçek anlamını vermeyebilir. Bu bakımdan sembol, bir kültürel yapıda pek çok şeyi gösterir, pek çok şeye işaret eder. Kültürel hayat, sembol yaratma sürecidir esasen. İnsan, sembol üreten tek varlıktır ve kültür de ona hastır sadece. Kültürün önemli bir yapı taşı olan sembol, anlam yüklüdür ve doğrudan o hayata, o toplumsal bağlama işaret eder. Her toplum mutlaka sembol üretir(Alver, 2010:206). Örneğin insan başının sembolik önemi, Neolitik Dönem boyunca, Konya düzlüğündeki Çatalhöyük’te hem kafatası ile ilişkili olan ritüel uygulamalarda hem de duvar resimlerinde sayısız başsız gövde ve gövdesiz başın yer aldığı sanatta oldukça iyi tanımlanmıştır(Baird, Baysal ve Fairbairn, 2012:125). Çatalhöyük’ün 9,5 kilometre kuzeyinde yer alan Boncuklu’da yapılan kazı çalışmalarında Neolitik ritüel ve simgeciliğe yönelik önemli ipuçları ile karşılaşılmıştır. İnsan ve hayvan başları, muhtemelen yaşam gücünün ve/veya insanların ve hayvanların gücünün sembolüdür(Baird, Baysal ve Fairbairn, 2012:127).

            Max Gluckman ise ritüeli, törensel faaliyetlere benzer fakat mistik düşünceleri de içine alan faaliyetler olarak ele almaktadır. Ritüel katılımcının mutluluğunu etkiler. Bunu onları korumak için ya da onları mutlu etmek için yaptığına inanılır. Bu anlamda ritüel hem tekil bir etkinliğe hem de tüm bir türe işaret eden bir topluluk ismine karşılık gelecek şekilde kullanılmaktadır(Karaman, 2010:229).

            Erving Goffman (1967) gibi sonraki kuramcılar, bütün kişilerarası davranışlarda bireyin ilgisini ilişkili kültürel metinler ve çerçevelere odaklayan ritüelleri vurgulamışlardır. Nitekim, dinsel ritüeller bireylerin etkileşim içinde oldukları her zaman ortaya çıkan seyin sadece özel bir örneğidir(Aslan, 2010:11).

            Goffman, kutsal nesneler ve inançlar ritüellerle yaratılır: kabile toplumlarında (veya kiliselerde) ritüel bir tanrı veya ruh yaratılır; gündelik karsılaşmalar ritüel benlik yaratır. Goffman’a göre ritüeller ayrıca tiyatroya benzer(Aslan, 2010:15).

            Antik Yunan tragedya ve komedyasının kaynağını araştıranlar, dramın tanrı Dionisos için yapılan ritüellerden doğduğunu ileri sür­müşlerdir. Bu sav, Cambridge Okulu denilen ve evrimci görüşe daya­nan antropologların bulguları ile pekişmiştir. Max Müller, Wilhelm Mannhardt, Andrew Tang, E.B. Taylor, William Robertson gibi, ritüel konusunu inceleyen bilim adamları, ilkel insanların inançları ve ritüelleri ile bugünkü halk bayramları arasında bağıntı kurmuşlar­dır. Bu bilim adamlarına göre, modern bayramlar eski büyü törenle­rinin uzantılarıdır. Günlerin uzaması, kışın sona ermesi, tarlaların canlanması, üremenin artması için yapılan törenleri bolluk duası nite­liğindedir. Bayram sırasında cinsel özgürlük tanınması hasadı güven­lik altına almak içindir. Bu törenlerde gerçekleşmesi istenen durum simgesel olarak canlandırılır(Şener, ?: 24-25).

            Evrimci görüşü benimsemiş olan ve bulguları ile bu görüşü geliş­tirmiş olan Sir George James Fraser, ritüellerde yer alan taklit öğesinin mitolojiye geçişini ve çeşitli mitlerde yer alan ölme ve dirilme öyküle­rini aydınlığa çıkarmıştır. Fraser’in izinden giden Jane Harrison, Gilbert Murray, Francis Macdonald Cornford, dramın ritüellerdeki taklitten doğduğunu kabul etmişler ve Antik Yunan dramının yapısal özellikleri ile ritüellerin yapısı arasındaki benzerliğe dikkat çekmişlerdir(Şener,?: 25).

            Fraser’in açıklamasına göre, doğal olayların değişkenliği ilkel insanı doğrudan doğruya etki­lemektedir. Her yıl toprak üzerinde meydana gelen büyük değişiklikler ilkel insanları bu değişiklikler üzerinde düşünmeye zorlamıştır. İlkel insan bu değişiklikleri büyü yolu ile etkileyebileceğine inanmıştır. Yağ­muru yağdırmak, güneşi doğdurmak, yemişleri oldurmak, hayvanları üretmek, baharı getirmek için büyü törenleri yapmıştır (Şener, ?: 26).

            Ritüeller, toplumsal statü ve rollerin de belirleyicisidir. Nitekim doğum, evlenme ve ölüm gibi ritüeller, farklı biçimlerde olmakla birlikte, bireyin bir toplumsal statüden bir başka statüye geçişini simgeleyen ritüellerdir. Kişilerin rol ve statü dönüşümleri sosyal yapıda değişiklikler meydana getirmektedir. Söz konusu sosyal yapıda meydana gelen değişikliklerin mevcut yapıyla çatışan durumlar oluşturmasının önüne ise ritüeller sayesinde geçilmektedir. Zira ritüeller sosyal yapıdaki bu tür dönüşümleri, çatışmaları engelleyerek ya da yaşanan dönüşümü meşrulaştırarak sağlar. Bu noktada ritüellerin dramatizasyon özelliği önemli bir rol oynar. Ritüellerin icra edilen çeşitli rollerden ibaret olan bir tiyatro oyunu gibi dramatik bir yapısı vardır. Ritüel geniş bir toplumsal bağlam içinde, bireye kendi öznel tecrübelerinin yerini tayin etme imkânı tanır. Ritüeller istenilen durumları yaratmak ya da istenilmeyen durumlardan kaçınmak amacıyla icra edilirler(Karaman, 2010:232-233).

            3.RİTÜEL ÇEŞİTLERİ

            3.1.Kutsal ve Kutsal Olmayan Ritüeller

            Ritüeller çoğunlukla kutsal ve kutsal olmayan olmak üzere iki ana gruba ayrılır. Kutsal ritüeller dini inancın ifadesi ve canlandırılmasıyla ilişkili olanlardır. Dini inanç sistemlerinin doğaüstü güçlerle dua yoluyla iletişeme geçmeyi içerdiği varsayılır. Bu güçler ya tanrılarda veya diğer doğaüstü güçlerde bulunur ya da bunlarla sembolize edilir. Veya bunlar tıpkı Amerika ve Avustralya yerlilerinin dinlerinde görülen taşlar, nehirler, ağaçlar, dağlar gibi doğanın kendisinde bulunabilir. Kutsal olmayan ritüeller devlet törenleriyle, günlük yaşamla, sporla ve özel olarak dini karakterde olmayan her türlü faaliyetle ilişkilendirilenlerdir(Çevik, ?:13).

            Ritüellerin çoğu, hatta pek çoğu hem kutsal hem kutsal olmayan niteliktedir. Örneğin, evlenme töreni devletin hukuksal kontratının performansı, dini bir tören ve arkadaşların, aile üyelerinin toplanmasıdır. Tipik bir ABD evlilik töreninin ritüelleri hem kutsal hem kutsal olmayandır. Kutsal evlilik ritüelleri din adamlarının ve duacıların kutsal bir töreni gerçekleştirmesinden ibarettir. Bazı evlilik törenleri bir yargıç veya gemi kaptanı tarafından resmileştirilir ve bu durumlarda devletin kuralları geçerlidir. Bazen evlilik töreninin kutsal bölümü kutsal olmayan bölümünden ayrılarak cami, kilise veya bunun gibi bir mabede taşınabilir(Çevik, ?:13).

            Ritüeller, yapılma amaçlarına ve dönemlerine göre de çeşitli sınıflara ayrılır. Bir statüden başka bir statüye geçişi sembolize eden geçiş/giriş ritüelleri; genellikle, sosyoekonomik temele dayalı farklılıklarla biçimlenen takvimsel ritüeller ile zamanı belirlenmemiş ve ihtiyaç duyulduğu zaman yapılan bireysel veya toplumsal istek ya da isteksizliklerin dile getirildiği kriz ritülleri(Karaman, 2010:235).

            3.1.1.Geçiş/giriş Ritüelleri

            Geçiş/giriş ritüellerinin toplumsal organizeler olmalarına karşılık uygulamaların temel nedenleri bireyseldir. Bireyin bir statüden başka bir statüye geçişini sağlayan geçiş/giriş ritüelleri, mevcut toplumsal statünün bittiğini, bununla birlikte, başka bir statüye girişin toplumsal kabul gördüğünü simgeler. Toplumsal statüdeki değişim, yeni statüye uygun rol değişimini de zorunlu kılar. Yeni statünün gereği, bireyden, beklenen rollerin gerçekleştirilebileceğini kanıtlaması için, bazı topluluklarda çeşitli ritüeller düzenlenmektedir. Doğum, evlilik, ölüm ve üyeliğe kabul ritüelleri, geçiş ritüellerinin en önemlileri ve evrensel nitelikli olanlarıdır(Karaman, 2010:231).

            Geçiş  ritüelleri araştırmasında Victor Turner Gennep üç aşamalı bir ritüel eylemi tespit etmiştir: eşik öncesi, eşik ve eşik sonrası. Yaşamın bir aşamadan ötekine giden bir geçişler dizgesi olduğunu ve tüm yaşam boyunca her bir adımın bir ritüelle belirlendiğine işaret eder(Çevik, ?:18).

            Bir ritüelin eşik aşamasında iki şey yerine getirilir. Birincisi, ritüele maruz kalanlar geçici olarak “hiç” olurlar, uç noktada kırılgan hale gelerek değişime açık olurlar. Kişiler geçmiş kimliklerinden ve sosyal dünyanın statülerinden sıyrılır,  şu veya bu olmadıkları,  şurada veya burada olmadıkları, bir sosyal kendilikten diğerine seyahatin ortasında oldukları bir zaman ve mekâna girerler. Bu zaman içinde, güçsüz ve kimliksizdirler.  İkinci olarak, eşik aşaması boyunca, kişilere yeni kimlikleri kazınır ve yeni kimliklerinin gücü öğretilir. Biçim değiştirmeyi yerine getirmek için birçok yol vardır. Kişiler yemin edebilir, ilim öğrenebilir, özel eylemler öğrenebilir, korkutulabilir, sünnet edilebilir veya dövme yapılabilir. Kültürden kültüre, gruptan gruba, törenden törene değişen olasılıklar sayısızdır. Bir ritüelin eşik aşamasının sonucunda, eylemler ve….